Yürüyorum. Önümde uzanan ince yol, içimden akan sonsuz düşünce ve duygu içinde yürüyorum… Kendimden, kendime gidiyorum. Yolda bir sürü insan, bir sürü ayna. Bana beni yansıtıyorlar. Dişlerinden sızan zehir, dilleriyle yükseliyor, kulağımdan içeri girerek bütün vücudumda şifa bulması gereken neresi varsa, oraya doğru yöneliyor. Yolculuğun bu kısmında ego ayağını çekiyor gazdan ve frenden. Olması gereken oluyor. “Bana… Hem de bana… O bana böyle dedi ama” şeklinde tezahür eden yakarışlar, yerini sessizliğe bırakıyor. Spiral bir orman içinde, katman katman derinlere iniyoruz. Her katta aynı büyük başlığın altına dizelenmiş yeni deneyimler. Her biri ruhumun bir başka çapağını alan, beni pürüzsüzleştiren birer törpü gibi. Ömür törpüsü dedikleri bu muydu? İlginç… Ömrümü törpülerken, ruhumu – zihnimi ve bedenimi pürüzsüzleştiriyor.
Kendime gidiyorum. Yol açık… Kendimi gerçekleştirmek için tüm ihtiyacım olanları teslim alıyorum deneyimlerimden. Saygıyla diz çöküyorum önlerinde. Olması gereken oldu. Bitmesi gereken bitti. Gelmesi gereken zehir, bedenime süzüldü. Acıyor, acıtıyor. Ama ihmal etmiyorum. “Neden?” diye soruyorum. “Bu cümle bana neden bu kadar acı veriyor? Derinlerimde nerelere dokunuyor? Neden bu kadar üzülüyorum?”
Kendi içime, derinlerime spiral şekilde inen o merdivenlerde, tenhalığın hem ürküttüğü hem de insanın içini ferahlattığı o çapraşık duygular yolunda benimle tamamen bütünleşememiş ya da parçalanmaya çalışan benliklerimi buluyorum. Geniş bir bahçe burası. Çırılçıplak benliklerim. Kah uzanıyorlar yemyeşil çimene, kah ağaç dalları arasında oturuyorlar. Ortadaki açıklıkta duruyorum. Beni görüp duyabilmeleri için tane tane konuşuyorum…
“Bana acı veren o sözler, içimde nereye isabet ediyor? Hangimiz acı çekiyor? Bir adım öne çık ve konuş benimle… Neden inciniyorsun? Neden önemsiyorsun? Neden acıyorsun?”
Sessizlik… Havalı bir şekilde sigarasını yaktığında fark ediyorum onu. Ağacın bir dalında oturmuş, sırtını ağacın kalın gövdesine yaslamış, bir bacağını aşağıya sarkıtıyor. Parmaklarıyla saçlarını kulağının arkasına atarken çektiği nefesi ciğerlerinde tutup, gökyüzüne doğru bakarak dumanı dışarıya üfledikten sonra tek kaşını sert bir hareketle yukarı doğru ivmelendirerek gözlerini gözlerime dikiyor. Tanıyorum bu duyguyu: Kibir bu.
“Özelim ben. En özelim. Herkes de bilmeli ve duymalı bunu en derinlerinde. Benimle karşılaşan her bir ruh, tek tek fark etmeli. Tutunmak için ısrar etmeli bana. Temelli kalmak için direnmeli.”
Ne diyebilirdim ki? Bu illüzyonun içinde bulaşıcı bir hastalıktı “özel olmak”. Herkes kendi hayatının başrol oyuncusuyken, bir yandan “bencillik” ile “fedakarlık” arasında gider – gelir, bir türlü sınırlarını çizmeyi beceremez, bir yandan da her şeyin en doğrusunu bilirdi elbet. Kendimi uzun yıllar boyu figüran kıldığım bu yaşamda, içimde biriken kibrin farkına varmam kolay olmamıştı. Nasıl da saklanmıştı yıllar boyu ihtiyacı olanların öne geçişlerine yol verirken, insanların hatalarına karşı anlayış gösterirken, nice ayaklara sınırlarını umarsızca çiğnetirken. Hiç görememiştim tanrı rolü oynayan bu küçük kadını… Nasıl da saklanmıştı düşüncelilik, kibarlık ve yardımseverliliklerin ardına. Bu fark edişle doldu gözlerim. Kendimi yargılamıyordum, aksine onu bulabildiğime çok mutluydum. Kollarımı kocaman açtığımda, öyle bir çekildi ki içime, tutunabilmek amacıyla uzandığı ağaç dallarındaki birkaç yaprağı da çekip getirmişti yanında. Sımsıkı sarıldım ona. Saçlarını okşadım, önünde saygıyla eğildim sonra.
“Seni kabul ediyorum. Özümsün sen benim. Ve özür diliyorum, bunca sene çeşitli roller altında seni görmezden geldiğim için”
Son Yorumlar